Nihayet Eylül ayı geldi çattı. Eylül ayı deyince aklınıza neler geliyor desem? O güzelim özgürce yaşadığımız yaz aylarının ardından nasıl bir ruh hali kaplıyor çevrenizi? Eminim ki aklınıza ilk gelenler yavaş yavaş ve sinsi sinsi yaklaşan kış ayları, aileler için büyük bir kaosa dönüşen eğitim ve öğrenim yılının başlaması. Yani okulların açılması. İş arayışlarının yeniden gündeme oturarak hızlanması. Sağlık sorunlarının yaz aylarına göre daha fazla artması. Birçok yönden üzerimize dağ gibi yüklenen ödemeler vs. Doğrusunu söylememiz gerekirse sorun, sorun, sorun. Bakıldığında hepsi de aile bütçesine ok gibi saplanarak çok can yakan gerçekler, biliyorum.

Peki, hiç mi tatlı yanı yok sonbahar müjdecisi bu ayın? Var tabii. Aslında Eylül ayı güzel yanlarıyla da gülümseyebilir insana. Mesela ayrılanları kavuşturur derler. Eylül ayı bambaşka bir melankolik atmosfer yaratabilir bünyemizde. (Güz ayının etkisidir bu.) Sarı sarı yaprakların üzerinde, en sevdiğiniz kişilerle el ele gezebilirsiniz. Mevsim yağmurlarının damlacıklarıyla yıkanmış kaldırımlarda yürüyüş yaparken hafif ürperdiğinizde, hoş bir kafeye girerek bir arkadaşınızla sıcacık çay veya kahve içebilirsiniz. Çeşitli toplantılara katılarak yeni sezon kavuşması heyecanı içinde özlediklerinizle kucaklaşarak sohbet eşliğinde gerçek yaşama dönebilir, yarım bırakılan çalışmaların tamamlanması adına sosyalliğinizi arttırabilirsiniz. Bana gelince... Nedense uzun süreden beri sanki hüzün veriyor Eylül ayı. Öyle hissediyorum. Adeta bizlere küsüp de erkenden batarak evine kaçan güneş gibi, gökyüzünün sık sık ağlayışı gibi, göçüp gitmeye başlayan göçmen kuşların ardına bakmadan uçup gitmeleri gibi. Dalgalarıyla şarkı söyleyerek sevgilileriyle derin bağlar kuran denizin terk edilmeye başlaması gibi. Ya da tatile gelen çocuklarının evlerine dönüşüyle tek başına kalan gözü yaşlı Hatice Teyze’nin yalnız kalışı gibi.

EYLÜL AYININ DUYGU KARMAŞASI 

Hüzün çöküveriyor yüreğime. Balkonumdan izliyorum semayı. Koyu mavi bulutları, kuşları... Gökyüzünün asil sahibi kuşları... Onların gelişi ve dönüşü, hatta doğa kanununun katı kuralları çeker dikkatimi. Hiç mi hiç aksatmazlar zamanı. Göçmen kuşlar… Bilhassa leylekler... Sürüler halinde giderler gitmeleri gereken yere. Acımasızca, kaçarcasına... Ne kadar titizlikle uyarlar tabiatın akışına. Ne denli bağlıdırlar birbirlerine. Bildiğim kadar o göç uçuşları da büyük bir düzen ve hiyerarşi içinde başlar ve neticelenir. Gelişleri de dönüşleri de büyük bir düzen içinde gerçekleşir. Sanki kural tanımayan insanoğluna mesaj gibi. Daha birçok konuda bağlılıklarını gözlemleyebilirsiniz bu yaz ve güz habercisi kuşların. Örneğin ben bu anlamda yaşanmış gerçek bir kıssadan hisseyi hayretle okumuştum. Bu Eylül ayının duygu karmaşası içinde siz Time Kocaeli okuyucularına da aktarmak isterim. Eğer okumadıysanız umarım beğenirsiniz.

LEYLEK MEVSİMİ

Aylardan Haziran’dı. Leylek yavruları yumurtadan çıkalı henüz bir ay olmuştu. İrileşmişlerdi. Ancak hala uçamıyorlardı. Yuvada anne ve babalarının getirdiği yiyeceklerle beslenmek zorundaydılar. Marmara’da sıcak bir ikindi vaktiydi. Uludağ zirvelerinden inen 6 kartal, Bursa Orhangazi’de bir leylek yuvasına saldırdı. Anne ve baba leylekleri öldürüp, 4 yavruyu kaçırdılar. Aradan birkaç gün geçti. Yine bir grup kartal, Orhangazi’de başka bir leylek yuvasına saldırdı. Ancak bu kez yuva boştu. Nasıl haberleştilerse, leylekler yuvalarını güvenli bir yere gizlemişlerdi. Sonra her yerden haberler gelmeye başladı. Kartallar gruplar halinde leylek yuvalarına saldırıyorlardı. Birkaç gün sonra ülkenin dört yanından Bursa, Aydın ve Trakya’ya yüzlerce leylek gelmeye başladı. Ancak aynı şekilde kartallar da toplanıyorlardı. İnsanlar şaşkınlıkla çevrelerinde leylek ve kartal sayısının ne denli arttığının farkındaydılar. Gökyüzünde bir hareketlenme vardı. Bir şeyler oluyordu.

Bu kuşlar neden toplanıyorlardı? Bu neyin habercisiydi? Leylekler ve kartalların toplanması iki ay sürdü. Aylardan Ağustos’tu. Aydın’da Menderes Deltası’nda inanılmaz bir savaş başladı. Havada amansız bir mücadele vardı. Bir tarafta leylekler, diğer tarafta kartallar… Halk, başı yukarda bu savaşı izliyordu. Kartallar güçlü pençeleriyle, leylekler de uzun gagalarıyla savaşıyordu. Doğrusu insanların gönlü leyleklerden yanaydı. Köylüler yaralanarak yere düşen leylekleri tedavi etmeye çalışıyorlardı. Nineler yaralı leyleklerin başında dua ediyorlardı. Hatta Kızılay’ı göreve çağıranlar dahi oluyordu. Kimileri ağaçlara tırmanıyor, yuvadaki leyleklere yiyecek ulaştırıyordu. Ülkenin Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın bu savaşa müdahale etmesini isteyenler bile vardı. Ama günler geçiyor, savaş sürüyordu. İki taraf da kayıplar veriyordu. Daha da ilginci ülkenin değişik yerlerinden hem leyleklere, hem de kartallara sürüler halinde takviyeler geliyordu. Savaşı kimin kazanacağı merakla bekleniyordu. Kartallar güçlüydü ama leylekler sayıca üstündü. Üstelik daha organizeydiler. Genç leylekler kartalları yoruyor, tecrübeli yaşlılar ise yorulan kartallara öldürücü gagayı vuruyorlardı. Ayrıca insanların yardımı nedeniyle leylekler yerleşim birimine yakın bölgede savaşıyorlardı. Kartalların savaşı ormanlık, dağlık alanlara çekmesine izin vermiyorlardı. Neyse ki günler sonra savaş bitti. Kazanan sayıca üstün olan leyleklerdi. Kartallar bölgeyi terk etmek zorunda kaldılar.

Bu 1934 yılında yüzlerce insanın izlediği ve tüm gazetelere konu olmuş bir savaştır. Hatta o günlerde Türkiye’de bulunan New York Times gazetesinin muhabirinin Amerika’ya bu haberi geçtiği bilinir. Derler ki leyleklerin ve kartalların savaşı birkaç yıl sonra Kara Harp Okulu’nda havacılık dersinde işlendi. İki tarafın savaş taktikleri öğrencilere anlatıldı. Yıllar önce yaşanan bu leylekler ve kartalların savaşı tarihi bir gerçeği hatırlatıyor bizlere: “Birleşenler Daima Kazanır.”

Ve şu gerçek de asla unutulmamalıdır: “Kartalı vuran kendi tüyünden yapılan oktur.”