Mutlu olmanın yolları üzerine ne çok kitap yazılmış. Gazete ve dergiler de bize mutlu olmanın ipuçlarını veren köşeler tasarlanmıştır. Oysa mutluluk amaç olmamalıdır. Hedef mutluluksa, bu hedef için gösterilen her çaba bizi mutlu olmanın kendisinden hep bir adım uzağa götürecektir ve bu uzaklaşma hayal kırıklığıyla sonuçlanabilir.

Mutluluğu teğet geçişimiz, aklımızın, kalbimizin yolun sonuna odaklanmaya meyletmesindendir. Oysa varış noktasına odaklandığımız için ne çiçekler ezilir ayaklarımızın altında. Güneşin doğuşuyla bize sunulan sonsuz armağanı görmez, ayın karanlığımızı aydınlatmasına izin vermeyiz. Anın kendisidir mutluluk aslında. Bizden kaçmaz, saklanmaz. Görebildiğin her yerdedir eğer andaysan.

Neden mutlu olamadığımızı anlatmamız için bir mikrofon uzatsalar ardı ardına sıralarız bahanelerimizi. Peki ya mutlu olmak için neler yaptığımızı, neler yapabileceğimizi, kendimize nasıl alanlar yaratabileceğimizi konuşsak biraz? Ya da ben size mutluluğun sırrını versem? Evet, öylüyorum. Mutluluğun sırrı yönetmen sandalyesi almak, çantanıza kolay ulaşabileceğiniz ya da hazırlayabileceğiniz atıştırmalıklar koymak ve deniz kenarına gitmek. 

Canım dostum Evren’le evde kendimiz için salatamızı, oğlum için birkaç köfte hazırladık. 1 şişe blush, biraz da çerez alıp kendimizi Plajyolu Sahili’ne attık. İzmit’te yaşıyor olmanın hava kirliliği bazında dezavantajları olsa da kolay ulaşılabilir, upuzun bir sahil şeridine sahip olması en kıymetli avantajlarından bence. 

Günümüzün en şikâyet edilen konularından biri kendimize zaman ayıramamamız, çocuklarımızın sözde ‘hiperaktifliği’. Sözde diyorum çünkü her hareketli çocuğa artık bu tanıyı koyma konusunda ebeveynleri ve öğretmenleri pek hevesliler. Peki bütün gün evde en güzel ve sonsuz oyuncaklarla oynayan bu çocuklar nasıl olur da hala mutlu olmaz ve enerjisini atamaz bunu da bir türlü anlayamıyoruz. Kendimiz de evlere kapanarak mutsuz çocukların yanına bir de mutsuz ebeveynler ekliyoruz. Sonuç: anneler depresyonda, çocuklar hiperaktif. 

Biz Evren’le salatamızı yiyip şarabımızı içerken Onur da oradan geçen kedi köpekle oyalandı, çiçekleri inceledi, yerde bulduğu dallarla oynadı, denizin üzerinde payına düşen balıkları yakalamak için gezinen kuşları izledi. Ve bir kere bile onu kucağıma almam için ağlamadı (Ben evde iş yaparken bunu sıkça yapar). Anlayacağınız herkes mutluydu. 

Sonra 15 ve 8 yaşlarında olduklarını tahmin ettiğim iki erkek çocuğu geldi çimenlik alana. Ellerindeki tenis topunu birbirlerine atarak oynamaya başladılar. Top avcısı Onur’dan kaçamadılar elbette. Onur da gitti yanlarına, oyuna dâhil oldu. Büyük olan çocuk top ona geldiğinde Onur’a da atıyor sonra ondan geri atmasını istiyordu. Tabii Onur onların oyunundaki ahengi biraz bozmuştu. Top ufak olana geldiğinde o Onur topu yakalayamadan hemen alıp abisine atıyordu. Onur’un bu oyuna dahil olmasından çok hoşlanmamışa benziyordu. Ancak abisi ısrarla ona kaş göz işareti yapıp topu Onur’a da atmasını söylüyordu. Küçük çocuk homurdanarak isteksizce topu Onur’a attı. Birkaç seferden sonra küçük çocuk iyice sızlanınca abisi beni onu bu yazıya taşımama sebebiyet veren o cümleyi kurdu: “Ben sen küçükken sana top atmasaydım, sen ömrün boyunca top oynamayı nereden öğrenecektin? Onun için sen de topu şimdi bebeğe atacaksın, o da oynayacak”. Küçük olan, abisinden o net ve olgunlukla kurulan cümleyi duyduktan sonra Onur’a top atma konusunda daha hevesli davranmaya başladı. Hatta oyunu durdurup onu sevip şakalaştı. Sonra anneleri de onlara dâhil oldu hep birlikte top oynadılar. Ne güzel bir çocuk ne güzel çocuk yetiştirmiş bir aile diye düşündüm. Yazının tam burasında da şunu fark ettim ki ben Onur’u resmen onlara kilitleyip keyif yapmışım yahu.

Birilerinin iyiliğine sebep olun, çok sevin ve sevilmenin nasıl bir şey olduğunu hissettirin. Saygı duyun ve saygı duyabilmenin özgürlüğünü yaşamasına yardımcı olun. Siz ne iseniz çocuğunuz, kardeşiniz, eşiniz, dostunuz da o olur. Biz o gün iki sandalyeyi sırtlanıp sahile gitmesek Onur birileriyle oyun oynamanın sabır gerektirdiğini öğrenmeyecekti belki de. Güneşin batışına ve ardından gelen aya şahit olmayacaktı. Çiçekleri ezmeden keyif yapılabileceğini gözlemlemeyecekti. Evren ve benimle çimenlerde yürüyüp denize taş atamayacaktı. Ve o küçük çocuk paylaşmayı, empati kurmayı öğrenmeyecekti. Oyunun şartları değiştiğinde oyunbozanlık yapmaktansa, oyunun tam içinde keyif alabilmenin de mümkün olduğunu bilmeyecekti. Evin küçüğüyken birden ‘abi gibi davranmanın’ nasıl hissettirdiğini anlayamayacaktı.



Ya gitmeyip evde otursak ne olacaktı? Ben doğanın iyileştiren yanından mahrum kalıp o sıcak günü evde asla bitmeyen işlere dalıp oğlumla belki de yeterince vakit geçiremeden günü bitirecek, onun evde harcanamayan enerjisi yüzünden uykuya geç dalışıyla kendi enerjimi tüketecek, strese girecektim. O saatten sonra da kendim için bir şey yapamamış olmanın verdiği huzursuzlukla günü tamamlayacaktım. 

Peki ya ne oldu? Onur eve girer girmez mışıl mışıl uyudu. Ben günü efektif kullanmanın verdiği huzurla duşa girip uykuya geçiş yaptım. Eminim ki Evren’de evine bunun mutluluğuyla gitti. Ve ertesi gün işe sanki bir gün önce küçük bir tatil kaçamağı yapmışız gibi motive bir şekilde gittim. Eğer sizler de benimle mutluluk sırrınızı ve anlarda fark ettiğiniz mucizeleri paylaşmak isterseniz buyurun Instagram sayfam psikologoyku’dan iletişimde olalım, birbirimizin mutluluğuna ilham verelim.