Bu ayki konuğum İzmitli, bizden hiçbir zaman bağlarını koparamayan tiyatro, sinema ve dizi oyuncusu Selim Erdoğan..

Hoş geldin Selim. Time Kocaeli dergisindeki birinci senemi seninle paylaşmak benim için çok keyifli..

Öncelikle Selim Erdoğan kimdir? Biraz yeni nesile de anlatalım mı?

Ben kendimi tarif etmekte biraz zorlanan bir adamım. İstanbul’da doğdum. Daha sonra Derince’ye taşındık. İzmit’te ilk ve ortaokulu okudum. Liseyi ise Endüstri Meslek Makine Ressamlığı bölümünde tamamladım. Çok kafama yatmayan bir işti meslek lisesinde okumak. Fakat ailem bir işçi ailesi olduğu için istikbalimi orada görmüşlerdi. Dolayısıyla 3 senelik okul 5 senede bitmiş oldu. 

Bizim zamanımızda çocuklar yazın boş durmazlardı. Ellerimizde tablet telefon yoktu. Yazın çocuklar çalışırlardı. Ben o yaşlarda çalışmaları gerektiği düşüncesindeyim. Çünkü o yaşta size farklı pencereler açılıyor. Sosyal ilişkiler, kazanılan paranın nasıl harcanacağı vs. Yazın belediye iş hanında bir çay ocağında çalışırken üst katımız Kocaeli Bölge Tiyatrosu’ydu. Burhan Akçin, N.Taner Büyükarman ve Kadir Yüksel ile beraber ‘Genç Sahne’ diye bir oluşumun içine girdiler. Ben de merak ettim burada ne oluyor diye. Aslında ilkokulda da böyle buna hevesim vardı. Kızlar buraya niye gelip gidiyor derken tiyatroya ben de yazılayım dedim. Sonra çok uzun zaman tiyatro artık kızlardan daha önemli bir hal aldı. Genç sahnede bir oyun oynadık. Daha sonra konservatuar sınavlarına hazırlık dönemi başladı. İzmit’ten Yıldız Kenter hocanın okulunda İstanbul Üniversitesi’ni ilk kazanan bendim. Böyle bir macera başladı. Ondan sonra Dormen Tiyatrosu’nda iki sene oynadım. Televizyonda ilk ‘Sabah Şekeri’ olarak başladık. O iş çok yürümedi. Kısa sürede bitince Türker İnanoğlu Çiçek Taksi’ye geçmemi söyledi. Elimde bavulla Çiçek Taksi’ye gidip 6 senelik televizyon macerama başladım. 6 senenin sonunda “rol üzerime yapışmasın, başka şeyler de yapmak istiyorum” dedim. Saçımı kazıttım, yalın ayak gittim Kaş’a, hayatımı değiştireceğim dedim. Kelebekler Vadisi’nde kaldım, arkadaşlar edindim ve kafe açmayı düşündüm. Hayatım değişmedi. Bu süreç içerisinde bir sürü dizi ve sinema filmlerinde yer aldım. Komedi oynayan çocuk dram da oynadı, sonrasında kötü adam da olabildi. Bir oyuncu için bu skalanın önemli olduğuna inanıyorum. Bir oyuncunun içinde her şeyi yapma isteği oluyor. Tabii bunun da bedelleri oluyor. İş anlamında Selim Erdoğan’ı böyle anlatabilirim. Kimlik anlamında ise ben bir kimlik seçmemeyi tercih ettim. Babamın ölümü ile beraber sırtıma “Hiç” yazdırdım. Neyzen Teyfik’in “Az çoktur, çok fazladır, hiç her şeydir.” sözü boynumda asılıdır. Kolay bir iş değil. Yani bu hayatının sonuna kadar tamamlayacağın bir yolculuk. İnsan nefsi doymak bilmeyen bir şey. Hayat her an her şeyi sunuyor sana. Bu yüzden kimlik olarak tarif etmekte zorlanırım kendimi.

Kısa bir aradan sonra Ramo’ya döndün. Ramo aslında iki üç bölümle başlayıp daha sonra senin için uzatıldı sanıyorum. Nasıl gelişti bu durum? 

Bu konuda Necati Akpınar’a teşekkür etmekten kendimi alamam. Necati abiyle neredeyse 25 senelik bir tanışıklığımız var. Her zaman bir yapımcının ötesinde bir insan olarak hep destek oldu. Ramo aslında üç dörtlük bölümle başlayalım dediğimiz bir işti. BKM’de başka bir oyun olan “Babamın Kemanı”nı çekeceğimiz için bitirecektim. Yönetmen gitmemi istemedi. Sonrasında hem Ramo’ya hem de Babamın Kemanı’na devam ettim. 

Başlangıçtan bugüne kadar en gurur duyduğun proje hangisi oldu?

“Fasulye” ve “Umut” filmi güzel işti. Çünkü ikisinde de yapmak istediklerini bilerek yola çıkan insanlar vardı. Bora, Fasulye’yi yapacağımız zaman “Ben popüler olanla film yapmayacağım. Popüler film yapacağım” demişti. Bugünün koşullarında da depreme denk geldiği için gişesi çok talihsiz oldu. Umut da keza kendi içinde acıyı büyüten bir işti. Ondan da çok mutluyum. 

“Yaptığım şeylerin hepsini hakkını vererek yapmaya çalıştım.” 

En büyük hayalin ve gerçekleştirmek istediğin bir proje var mı?

Ben çok büyük hayaller kurmak istemiyorum. Mesela bugünlerde şiddetle herkese tavsiye ettiğim Cem Kalender adında bir yazar var. Bir şekilde yolumuz kesişti ve tanıştık. Dün de “Çürüme” adlı son romanını bitirdim. Palu ailesinden yola çıkarak yazdığı bir roman. Güzel, dijitale 10 bölümlük dizi olabilecek bir hikâye. Yine başka “Mazarin Mavisi” romanı da aynı şekilde dijitalde bir film olabilir. Büyük hayaller kurmamak gerekiyor. Büyük hayaller kurulduğunda bizim işimiz kumarbazların işine benziyor. İyi oyuncular çalışır didinirler. Çok inandıkları bir proje vardır, onu yatırır batırırlar. Kumar masası gibidir sinema. Hayal de başlı başına zaten büyük bir şeydir. “Şunu yapmam lazım” diye kocaman bir şey hayal etmiyorum. Belki de yaşımın getirdiği bir şeydir bu. Fakat benim içime sinen belli romanları dijitale aktarma taraftarıyım.

Biraz da özel hayata gelelim. Seni ne kızdırır?

Yalan herkesi olduğu gibi beni de kızdırır. Diğerlerinin birçoğu başıma geldi ama baktım ki geçiyor. Aldatılmak da iftiraya uğramak da geçici. Bakınca da kızamıyorsun. İnsanı anlamaya başladığın zaman o kadar çok çeşidinin olduğunu görüyorsun ki. Kızmak yerine senin için iyi şeyler yapan birisine iyi şeyler yapmak için uğraşmanın doğru olduğunu düşünüyorum. 

Yaşayamadığın için pişmanlık duyduğun bir şey var mı? 

Bunu çok düşünme zamanım oldu. İnan ki kalmadı ya.. 

İç sesinle aran nasıl?

Normalde iyi ama kavga ettiğimiz zamanlar da oluyor elbette ki. Bunun sebebini mesleki deformasyona da bağlıyorum. Bir film yapıyorsun. Filmde adam oğlu için kalbini verecek. 3 aylık film süreci içerisinde her şeye ölecek bir adamın gözünden bakıyorsun. Kimsenin yapacağı sağlıklı bir iş değil ama sen onu sindirmek ve kontrollü bir şekilde yönetmek zorundasın. 

Çok teşekkür ediyorum. Benim için çok kıymetliydi. İyi ki geldin Selim.