Doğumumuzdan bugüne kadar gelişim süreçlerimiz, davranış şekillerimiz birileriyle kıyaslanırken bunun kendimiz olabilme özgürlüğümüzü ne kadar engellediğini düşündünüz mü hiç? İçimizdeki minik cesur ruh yürümeye hevesliyken ‘ay düşer o’ diye kucaklandık ve yürüyemeyeceğimize inandırıldık. İlk adımımız böylece gecikti belki de. Tuvalet eğitimini verirken oluşacak kazaları göze alamadı ebeveynimiz, kakayla vedalaşamadık ve tuvalete gidemedi bir türlü. Sonra o geç yürümüştü zaten dediler. Oyuncakları birlikte toplamayı öğrenmek zaman alacaktı, yatağını kendin topladığında düzgün olmayacaktı, yemeğini kendin yemen iş çıkartacaktı başımıza, izin vermediler. Okula başladın sonra, okul bir sürü sorumluluk demekti. Korktun sen de, sıkıldın çoğu zaman, kaçındın. O hep tembeldi zaten yatağını bile ben toplarım dediler. İş hayatına kadar gitti bu döngü sen hep etiketlendin, engellendin. Kendini keşfedebilmen için attığın adımlar asice karşılandı. Bir başkası öyle yapmıyordu neticede ve sen de öyle yapmamalıydın.

Geçen ay Onur’a tuvalet eğitimi verdik. Verdik diyorum çünkü annem de Onur’un ebeveynlerinden biri ve birbirimizi desteklemeden hallolacak iş değildi. Eğitim fikrine girdiğimizden beri Onur’a haftalarca tuvalet eğitimi mesajları içeren masallar okuduk, uydurduk anlattık, gün içindeki rutinlerde onu eğitime hazırlayacak söylemler hep dilimizdeydi. Biz önce kendimizi sonra onu önce fikren hazırlamaya çalışırken ‘el alem jürisi’ yine susmuyordu tabii. ‘Aaa 2 buçuk yaşında bezli mi hala, ben 1 yaşında bıraktırmıştım’, ‘ah çok zor, çok işin var’, ‘bence erken çocuğun psikolojisini bozmaya gerek yok’ diyenler bitmiyordu. Yine çok mühim bir noktayı es geçiyorduk. Her insan BİRİCİKTİR. Çocuğun kendi potansiyelini yine görmezden gelip yargılar savuruyordu herkes etrafına. Sonuç olarak bizim sürecimiz günde 3 isabetli, 2 isabetsiz çişler kakalarla şimdi başarılı sayılacak bir yola girdi. Benim püf noktam çocuğuma ona güvendiğimi hissettirmem ve arada yaşanan kazaların başarısızlık olduğunu hissettirmeyip bir dahaki denemeye motive etmemdi diye düşünüyorum. Bir de tuvalet eğitimine hazır çocuk yoktur, tuvalet eğitimine hazır anne vardır mottosuyla sürdürdük eğitimi. Bizim de motivasyonumuz, net olmamız en az Onur kadar önemliydi. Elbette her çocuk bir potansiyelle geliyor dünyaya ancak bunu geliştirmesini desteklemek ya da ket vurmak ebeveynin elinde.

Şu sıralar dikkatimi çeken bir konu daha var; LGS, YKS sonuçları başarılı gelen çocuklara ve ebeveynlerine sorulan sorular. Eğer bir çocuk başarılı olduysa o metodun kendi çocuğuna uygulanmasının sonucu olumlu etkileyeceğine inanan ebeveynler çoğunlukta. Bunu yaparken çocuğun potansiyeli, istekleri, motivasyon kaynakları görmezden geliniyor. Daha önceki başarısızlıklarında ya da başarılarında rol oynayan faktörler yok sayılıyor. Bizim hayalimizdeki okul, meslek çocuğun başarısıyla uymuyorsa çocuğa değersiz hissettirecek söylemler ve davranışlar geliştiriyoruz. Çok müdahale etmeyi çok sevmek, özgür bırakmayı kıymak zannediyoruz. Halbuki ruh yeterince ızdırap görmeden nasıl gelişir ki? Bu yaklaşımlar çocukta yetersizlik, değersizlik duygusu yaratırken yetişkin bir birey olduğunda kendiliğinden iyileşmiyordu yaralar. Yeterince sevilmeyen, serbest bırakılmayan, kendi sınırlarını zorlamasına izin verilmeyen çocuk kaygılı koca bir insan oluyordu. Şefkat, sevgi, güven depoları yeterince dolmamışsa sevilmesi ve şefkat görmesi belli koşullara bağlıymış inancıyla işkolik, ilişki sürdüremeyen, bağımlı bir kişi olması ihtimali de yükseliyordu.

Beynimizin çalışma prensibine bakıldığında ağzımızdan çıkan kelimelerin davranış şekillerimizi belirlediği aşikar. Zihnimiz kendimizle ya da başkasıyla ilgili bir yargının %100 gerçek olduğuna inanarak işliyor. Bu sebeple ebeveynlerimizin çocukluk yaşantımızda bize hissettirdiği, düşündürdüğü şeyler kaderimiz oluyor. Biz güven depolarımız eksik büyütülmüşken birden kendine ve çevresine güvenen, eylemlerini bu doğrultuda gerçekleştiren bireyler olamıyoruz. ‘Aman dur şimdi sen beceremezsin’ i çokça duyan kişi gerçekten de bu hayatta hiçbir şeyi beceremeyeceğine inanıyor. ‘Aman onun huyu böyle idare edin’ i duymaya alışmış biri de değişime, gelişime kendini kapatacaktır. Biriyle ilgili dile getirdiğimiz söylemler de o kişinin daha sonraki eylemlerini yorumlamamızda referans alınır hep. ‘O zaten beni hep ihmal eder’ i dillendirdiğimizde o kişinin bizi ihmal etmediği diğer anları yok sayar zihnimiz. Yeterince sevgi görmediğimizde hissettiğimiz değersizlik hissi de ilişki tercihlerimizi ve ilişki içerisindeki tavrımızı olumsuz etkiler. Çünkü bu dünyada onu gerçekten sevebilecek bir insan olmadığı, bu sevgiyi hak etmediği inancındadır. Birisinin onu sevme ihtimalini sezdiğinde bir gün sevilme umuduyla kendinden çokça verir. Hayır diyemez, başkalarının onun tüm alanlarını istila etmesine izin verirler. Ve en üzücüsü de şudur ki; biri onları gerçekten sevdiğinde kaçarak uzaklaşırlar. Buna alışık değillerdir çünkü. Sevilme fikri tehlike çanlarını çalar zihninde. Bu sevgiyle ne yapacağını bilemez. Gördünüz mü mevzu bir kakadan nerelere geldi ☺ odak insan olunca konunun nerelerden nerelere gideceğini kestiremiyoruz. Belki siz de ilişkilerinizde, iş yaşamınızda fazla toleranslı ya da fazla çekingen, bazen fazla beklentili, bazense çok hırçın olduğunuzu fark etmişsinizdir zaman zaman. Şimdi az çok bunların neden olduğunu anlamış olduğunuzu düşünüyorum. Bir sancının kaynağını bulmak yetmez elbette. Sancıyı kesmek için daha önce denenmemişleri denemeye cesaret etmek gerekiyor. Kendi kendinize iyi gelmenin yollarını buluyor da olabilirsiniz. Bir türlü bu sorunlar girdabından çıkamadığınızı, sürekli aynı hislerle ilişkilerinizin ve kariyerinizin iyileşmesine engel oluyorsanız belki de bir uzmandan destek almanızın vakti gelmiştir. Hak ettiğiniz sevgiyi size verecek, kendinizin en iyi versiyonunu ortaya çıkartacak, değerinizi sorgulatmayacak tercihlerle dolu bir yaşam dileğiyle.

Sağlıkla kalın...


Psikolog Öykü Yıldırım Lüleci