Merhaba, Sevgili Time Kocaeli okurlarım. Ekim ayının huysuz bir çocuğu andıran havasının tedirginliği arasında, yazdan kalan günlerin arayışı içindeyiz. Daha da tadına doyamadığımız özgürlüğün, ışıldayan güneşin, zümrüt rengi yeşilliklerin, çiçek kokan bahçelerin peşindeyiz. Ve adeta gözümüzden kaçan muhteşem tabloları yeni keşfediyor gibiyiz. Evet, gerçekten insan bazı güzellikleri yakından görmeden, onların farkına varmadan, bilemiyor ne yazık ki. Ben kısa süre önce katıldığım bir gezide bunu çok iyi anladım. Eylül ayının kendisine has gizemi içinde daha da başka bir büyüsü vardı doğanın. Kurumuşların arasında saklı kalmış yeşil yapraklar her sonun bir başlangıç olduğunu fısıldar gibiydiler. Kandıra köylerinden birinde öyle bir tabloyla karşılaştık ki anlatılmaz yaşanır denen cinsten bir güzellikteydi. Ağustos ve eylül aylarından bu yana artık son günlerini yaşamayı sürdüren “ Gelincik Tarlası” idi burası. Kıpkırmızı, narin, rüzgârda dans edercesine nazlı nazlı sallanan muhteşem bir ritimle. Bu büyüleyici görüntü çok etkilemişti hepimizi. Bahçede toprakla uğraşan erkekli kadınlı guruplara bu güzelliğin sırrını sorduk. Önce gelinciklere doğru yürüyen arkadaşları uyardılar. “Aman ellerseniz çiçekleri dökülür. Çok narindir gelincik. Anında uçuşup gider o kırmızı tülü andıran yapraklar. Haberiniz olsun.” dediler. Oradaki en yaşlı kadın “Siz bilir misiniz gelinciğin sırrını?” diye seslendi. Biz hep birlikte “Hayır” cevabı verdik tabii ki. Adının Nur Ana olduğunu öğrendiğimiz kadın “O zaman gelin yamacıma size anlatayım.” çağrısını yaptı.                                   

*Gelincik çiçeği gayet narin ve kibar bir çiçektir. Bakımı zahmetlidir ama çok da özeldir. Ammaaa, gel gelelim hüzünlü kişileri hatırlatır bizlere. Oldukça duygusal ve hassas insanlarla bağdaştırılmıştır. Hele kırmızı yaprakları var ya, çok narindir. Bazı yerlerde de gelincik çiçeğinin ölülere, özellikle şehitlere rahmet verdiği söylenir ve mezarlara bırakılır. Kaynatıp içildiğindeyse insana bir rahatlık verir, huzurla uyutur ve iyileştirir. Daha da faydaları çoktur. Saymakla bitmez. Eskiden Türk gelinlerine kırmızı gelinlik giydirilirdi. Bunun nedeni bu narin çiçeğe benzetilmesiydi. Gelincik evliliğe hazırlanan gelini temsil ederdi. Bir de anam şöyle anlatırdı. Zamanın birinde zengin bir adam oğlunu evlendirir. Obaya gelin gelen narin kızı kayınvalidesi pek sevmez. Daha ilk günden ona en zor yemekleri yapmasını emreder. Güzel gelin yemek yapmak için ocağı yakmaya çalışır. Bir türlü tutuşturamadığı ateşi ocağa eğilerek üflemek ister. Bu sırada saçları alev alır. Ve gelincik yanarak can verir. Pişman olan kayınvalide çok üzülür ve kızın mezarını bu kırmızı çiçekle donatır. Bu çiçeğin adı o günden sonra “Gelincik” olur. Hem narinliği, güzelliği, saflığı, hem de hüznü ve ölümü anlatırmış derdi.” Biz ikram edilen çayı yudumlarken bu duygu karmaşası içinde dinlediğimiz Nur Anne’nin gelincik öyküsünü yüreğimizin bir köşesine sakladık. Oradan ayrılırken başka bir ruh halindeydik sanki. Elli yıldır sadece kırmızı güzel çiçek diye seyrettiğimiz narin gelinciğin hüzün dolu sırrını öğrenmiştik.