“Geçmiş asla ölmüş değildir, geçmiş geçmiş bile değildir”

 

Bir insanın bedensel ve ruhsal hikâyesinin kendi doğumuyla başladığı sanısı geçmişte kalmıştır. Bunu son yıllarda yapılan çalışmalar açık bir şekilde göstermektedir. Peki bu hikâye nerede başlamaktadır?

Başlangıç noktasının çok eski atalarımıza kadar uzandığı düşünülse de   anneannemizin annemize ve babaannemizin babamıza  hamileliğini bu konuya bir giriş kapısı olarak ele alabiliriz. Annemiz, kendi annesinin karnındayken beşinci ayda bizi geliştirecek olan öncü yumurtalarına, babamız da annesinin karnında iken sperm öncüllerine sahiptir. Dolayısıyla üç neslin aynı biyolojik çevreyi paylaştığını söyleyebiliriz. Bu dönemlerde ortaya çıkacak bedensel veya ruhsal bir travmanın ayak izlerini nesilden nesle aktarmaya devam ediyoruz olabiliriz.

Bilim insanları ve araştırmacılar ebeveynlerimizden aldığımız genlerimizin bizi oluşturacak bir yapının başlangıcı olduğunu, doğru bir rehberlik ve ideal bir beslenme düzeni ile sorunsuz bir şekilde var olabileceğimizi savunmaktaydılar. Genlerimizin bir başlangıç noktası olması fikrini kabul etsek de anne rahmine düşmeden önce çevreden aldığımız birçok uyaran bizi psikolojik ve  biyolojik olarak şekillendirmeye başlar. Bu konuya yakın zamanda yaşadığımız deprem olayını örnek olarak verebiliriz. Depremi yaşayan günümüz kuşakları kendisinden en az üç nesil sonrasına bu travmanın izlerini aktaracak, sonraki nesiller bu depremi yaşamamış olsalar bile bu depremin ortaya çıkaracağı psikopatolojiler tarafından etkileneceklerdir.

Bir insanın bedensel ve ruhsal temellerinin atıldığı ikinci önemli süreç, anne karnında geçirdiği dönemdir. Bu dönemde annenin yaşamak zorunda kalacağı hem tıbbi hem de psikolojik rahatsızlıkların bebeğin de sağlığını tehdit ettiğini yapılan çalışmalar açık bir şekilde göstermektedir. Annenin  gebelik döneminde yetersiz beslenmesi, bebeğin büyüme ve gelişme geriliğine yakalanmasına neden olurken, aynı zamanda bağışıklık sisteminin de zayıf olmasına da yol açar.

Bu döneme ait diğer bir konu; annenin duygusal dalgalanmalarının bebek üzerinde belirgin etkilerinin görülmesidir. Annenin depresif duygulanımları bebeğin inrauterin aktivasyonunda azalmaya, annenin keyifli ruh halinde olması ise bebeğin hareketlerinde artmaya neden olmaktadır. Dolayısıyla annenin korku, sevgi, öfke ve umut gibi duygusal yaşantıları bebeklerin genetik ifadesini biyolojik olarak değiştirme potansiyeline sahiptir diyebiliriz. Özellikle bu duyguların kronik olarak yaşanması stres hormonlarının plasental yoldan bebeğe geçişi ile sonuçlanır. Bu durumda bebek sanki bu duygulanımları kendisi yaşamış gibi doğum sonrası benzer olaylara tepkisel hale gelir. Bunun nedenselliğini araştıran çok sayıda çalışma yapılmaktadır. Bazı çalışmalar, annenin stresinden dolayı rahim içi kortizon seviyesinde artışa maruz kalan bebeklerin doğum sonrası 17 – 18.  aylarda bilişsel gelişmelerinin  bozulduğunu  göstermektedir.

Bir insan tıbbi ve psikolojik olarak sağlıklı bir hayat sürmesinin kendisinden birkaç nesil önceki, belki de hiç tanımadığı atalarının yaşadıkları hastalıklar ve travmalar ile doğrudan ilişkili olduğunu çok iyi biliyoruz.  Geçmişte ebeveynlerimizin kapatamadığı birçok içsel hesabı bizim kapatmamız gerekiyor. Eğer bu hesapları biz kapatamazsak bir emanetçi gibi bu işi çocuklarımıza transfer edeceğiz.

 

William Faulkner  ’’ Geçmiş asla ölmüş değildir, geçmiş geçmiş bile değildir.’’  derken geçmiş sandıklarımızın canlı bir şekilde hayatımıza hükmetmeye devam ettiğini dile getiriyor sanki.

                                                                                                                 Uzm. Dr. Ali Eynallı